Mekân Ne Moruk, Ekranda Takılıyoruz
EKRANI KAPATTIM, ETRAFIMA BAKAYIM DEDİM. MEĞER MEKAN DEDİĞİMİZ ŞEY ARTIK NEREDEYSE TAMAMEN KAYBOLMUŞ. SOKAKTA MIYIZ, YOKSA EKRANIN MATRIX’İNDE Mİ DOLANIYORUZ, ANLAMIYORUM. BİR TIKLA HER ŞEY DEĞİŞİYOR, GERÇEKLİĞİ BULMAK İSE TAMAMEN ŞANSA KALMIŞ.
Umut Can Kaya
9/26/20252 min oku
Bugün ekrana bakmadığım süreyi saymaya çalıştım. Tahmin ediyorum iki saat falan… Belki de değil, kim bilir? Çünkü geri kalan zamanda haber akışları, sosyal medya bildirimleri, kısa videolar ve kaybolan birkaç e-posta arasında sürüklenmişim. Gerçek dünyayla bağım mı? Eh, sanırım sadece kafamın içinde kalan silik bir hatıra gibi. Hangi haber doğru, hangisi yalan? Hangisi tamamen algoritmanın bir numarası, hangisi gerçekten olan bir şey? Artık bunları ayırt etmek için zihinsel bir filtre gerekiyor ama o filtre de çoğu zaman bozuk gibi. Sokakta yürürken bile zamanın akışını, etrafın detaylarını tam olarak fark edemiyorum. Bazen kendime bakıyorum, ekranın arkasından bir mekâna bakarken “Bu ne hâl ya?” diyorum. Eskiden mekânın dokusu, ışığı, sesi insanı etkilerdi. Şimdi? Ekran aracılığıyla gördüğün şey ya gerçek değil ya da öyle hızlı değişiyor ki, algını takip etmek mümkün değil.
Hatırlıyorum da küçükken ailemle basketbol maçlarına giderdik. Tribünde ki besteler, topun potaya çarpma sesi, insanların coşkusu… Mekânla birlikte yaşanır, hissedilirdi. Şimdi odada tek başıma maç izliyorum. Her 30 saniyede bir reklam kesiliyor, ekranın köşesinde bahis ve skorlar dans ediyor. Ünlü futbolcu Hakan Ünal, jet sosyete Ajda Hanım ve itinayla gözümüze sokulan bet kızları. O kadar da alıştım ki çoğu zaman farketmiyorum bile. Hatırlıyorum da eskiden maçın heyecanı mekanla, kitleyle ve oradaki enerjiyle gelirdi. Akşam eve gittiğimde başımı yastığa koyduğumda o günü düşünürdüm. Şimdi tek başıma ekrana bakarken bazen maçı izlediğimi bile unutuyorum. Sosyal medya, algoritmalar ve sürekli dikkat dağıtıcı içerikler… Her şey o kadar hızlı ki, gerçek deneyimi fark etmem neredeyse imkânsız. İşin garibi, bu sadece sporla sınırlı değil. İnsanlarla iletişimim, duygularımı harekete geçiren şeyler artık dijitalleşmiş durumda. Mekânın enerjisini hissetmek yerine, ekranlar ve simülasyonlar üzerinden yaşıyoruz. Ve bazen kendi kendime “Ne zaman bu hale geldik?” diye soruyorum.
Dijitalleşme, mimarlık pratiğini de tuhaf bir hâle sokuyor. Artık fiziksel mekânlar kadar, insanların dijital ortamda deneyimleyeceği alanlar da önemli hale gelmiş durumda. VR odaları, interaktif sanal müzeler, oyun ortamları… Hepsi birer “dijital mekân” ve kullanıcı deneyimi burada kritik. Bunu düşündüğümde aklıma 15. ve 16. yüzyılda Avrupa’dan Amerika’ya yelken açan kaşifler geliyor. Altın ve yeni toprak hayaliyle bilinmeyene doğru adım atıyorlardı. Biz de artık benzer bir keşif sürecindeyiz; fakat yeni kıta artık fiziksel değil, Matrixin ta kendisi.
İlgi ve merakımızın merkezi artık ekranlar. Zamanımız, dikkatim ve fikirlerimiz artık fiziksel değil, algoritmalarla şekillenen sanal mekânlara odaklanıyor. Tıpkı altın arayan Avrupalılar gibi bizler de bu dijital dünyanın içinde dolanıyoruz. Ama fark ettiğim şey şu: Bu keşfin gerçekliğini, fiziksel ve toplumsal bağlamını anlamamız giderek zorlaşıyor. Belki de fiziksel mekanın değeri, dijital dünyadan uzak kaldığımız nadir anlarda ortaya çıkıyor. Ama işin komiği, o nadir anlar bile giderek azalmış gibi. İnsan deneyimi, mekan ve algı artık dijital bir harita üzerinde şekilleniyor ve biz, altın arayan kaşifler gibi, her tıkta yeni bir adım atıyoruz.
Ama işte burada duruyorum ve soruyorum kendime: Gerçekten biz hâlâ mekanla mı yaşıyoruz yoksa ekranların ve bu Matrixin içinde mi kaybolduk?